Home Tüm Yazarlar Her Yüzyılda Yeni Bir Enerji!

Her Yüzyılda Yeni Bir Enerji!

261
0

Ülkeler de canlı bir organizma gibidir. Doğarlar, büyürler, gelişirler, yükselirler, duraksarlar ve gerilerler ve sonra mevcudiyetlerini kaybederler. Ama mutlaka küllerinde bile bir enerji vardır ve bir şekilde bir başka bir devlet olarak tekrar sahneye çıkarlar.

Bu  süreç hep aynı şekilde tekrar eder mi? Büyük ölçüde tarih tekerrür ettiğini göstermiştir!

Pekala ya yaşam süresi? Bazen bir yüzyıl bile değil, bazen de Osmanlı gibi neredeyse yedi yüzyıl…

Bu  süreyi belirleyen askeri ve ekonomik güç olduğu kadar, benimsenen yönetim sistemi, insan kaynaklarının niteliği, sahip olunan kültür derinliği,  jeo-politik ve doğal kaynaklar, bulunulan coğrafya, konjonktür, diğer devletlerin ve  karşı güçlerin performansıdır…

Türkiye Cumhuriyeti, büyük Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olarak 1923 yılında kuruldu. Yüzüncü yıldönümünü yaşadığımız birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin büyük toprak ve beşeri sermaye  kayıplarıyla sonuçlandı. Savaşı kazanan güçler; sıranın Türk milletinin yok edilmesine veya esir alınmasına geldiğini düşünüyorlardı. Tam da bu noktada tarih boyunca hep özgür ve kendi bayrağının gölgesinde yaşamayı başarmış ve bağımsızlığı yaşama nedeni haline getirmiş milletimiz, giriştiği tarihte örneği olmayan bir milli mücadele sonunda zafere ulaşmış ve yeniden bağımsızlık ve özgürlüğünü kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Ancak savaşın sosyal ve ekonomik bakımdan bıraktığı yaralar, travmalar ve derin yıkımlar genç Cumhuriyetin birkaç on yılını toparlanma ve yeniden yapılanmayla geçirmesini gerektirmiştir. Kurtuluş savaşının izleri özellikle yetişmiş insan kaynaklarının kaybıyla daha da derinleşmiştir. Öyleki yeni devletin kuruluş dönemindeki bu olumsuz koşullar; bu süreçte çok büyük atılımlar gösterilmesinin önünde birer engel olarak karşımıza çıkmıştır. Her şeye, tüm olumsuz etmenlere rağmen; dönemin içsel ve dışsal koşulları dikkate alındığında uygulanan politikalar başarılı olmuş, ana sektörlerin ve beşeri kaynakların geliştirilmesine yönelik önemli  gelişmeler sağlanmıştır. Ancak krizler, kargaşalar ve benzeri nedenlerle bu anlayış ve motivasyon sürdürülebilir olamamıştır. Yaşanan tüm bu olumlu ve olumsuz uygulamalar sonucunda elde edilen başarı ve başarısızlıklar; esas olarak kalkınmak ve refahın artışını sağlamak için  gerekli olan ortamın hazırlanmasına yönelik önemli bir enerji birikiminin oluşmasını sağlanmıştır.

İşte bugüne gelip geriye doğru bakıldığında; ülkenin  kalkınması ve müreffeh bir ülke olabilmesine yönelik olarak gerekli olan enerjinin toplanması için neredeyse bir yüzyıllık süreye ihtiyaç duyulmuştur, denilebilir.

Neden Yüzyıl!

Ekonomik ve özellikle toplumsal değişim çok kısa sürede gerçekleşen olgular değildir. Kuşkusuz gelişme sürecinin kısa veya uzun zaman almasında pek çok içsel ve dışsal faktör özellikle insan faktörü ve bu faktörlerin özellikleri etkili olmaktadır.  Bunu Yeniliklerin Yayılması (Diffusion of Innovations) Kuramı üzerinden tartışmak yararlı olabilir. Çünkü gelişmenin gereği olarak; ortaya çıkan değişim isteği ve enerjisi; toplumun bütününü aynı anda hemen sarmıyor, kavramıyor. Değişim düşüncesinin; topluma girişi, gelişmesi ve toplumda olgunlaşma süreci bu enerjinin varlığıyla, yükselişi ve yaygınlaşmasıyla ilgili olarak yaşam buluyor. Tabi ki bunun yanında önemli bir faktör olarak ta değişimin karşısında olan; karşıt güçlerin yani değişimin karşısında olanlar, bir bakıma statüko bağımlıların bulunuyor. Bunlar da değişim sürecini farklı derecelerde etkileme potansiyeline sahiptir. Buradan hareketle Türkiye için çıkarımlarda bulunmak üzere ve yorum yapmak mümkündür.

Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de değişimi isteyenlerle değişimin karşısında olan güçlerin mücadelesi hep olmuştur. Sosyal değişimin bir göstergesi olarak sahip olunan üretim biçimi ve aşamasından, daha üst düzeyde bir üretim biçimi ve aşamasına ulaşmak tüm toplumların ortak gayesidir ve amaç sosyolojik bakımdan mükemmel bir toplum düzenini kurmaktır.  Bunu sağlamak için öncelikle (Türkiye’de de) değişimi talep eden enerjinin ortaya çıkması gereklidir. Bu enerjinin toplum tarafından benimsenmesi ve yaygınlaştırılması ise sonraki aşamadır.  Türkiye’de gelişmeyi tetiklemesi beklenen değişim süreci siyasal, finansal ve toplumsal krizler gibi pek çok olumsuz faktör nedeniyle yavaş ilerlemiştir, denilebilir. Bunun dışında bir başka olumsuzluk kaynağı ise; çoğu zaman kendini toplumun önünde gören (ve aslında önde gitmesi gereken) aydınların, üniversitelerin, yöneticilerin gelişmenin hatta yerine göre toplumun gerisinde kalmasıyla ilgilidir. Bu durum gereksiz zaman kayıplarına ve toplumun değişim karşısındaki istek ve uyumunda bozulmalara yol açmıştır, açmaktadır.

Finansal Krizler

Uzak değil yakın tarihe, Cumhuriyet döneminden bugüne bakıldığında Türkiye’de  10’dan fazla ekonomik kriz yaşandığı görülüyor. İlk kriz dönemi 1929 yılında Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne aktarılan borçların ödenmeye başlamasıyla ilgiliydi. Ancak aynı yıl içinde Dünya Ekonomik Buhranının patlamasıyla genç cumhuriyetin ekonomisi reel olarak önemli kriz yaşadı. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan finansal krizler ise; bazen yüksek petrol fiyatları, bazen  savaşlar (Kıbrıs,Körfez vd) ve ambargolar, bazen anayasa kitapçığının fırlatılması, bazen de askeri ihtilallere gerekçe oluşturan iç karışıklıklar, terör ve kaosla ve hatta neredeyse iç savaş denemeleri sonucu ortaya çıkmıştır. İşte dünden bugüne petrol fiyatları, yüksek enflasyon, stagflasyon, döviz kurlarındaki tırmanış ve  yüksek faiz uygulamaları önemli ekonomik sorunların kaynağı olmuş; bununla birlikte demokrasinin geliştirilememesi, toplumda bir anlayış ve yaşam biçimi olarak demokrasinin yaygınlaştırılamaması, hak ve özgürlüklerin odağa konulamaması sonucu yine çeşitli siyasi ve toplumsal sorunlar da tetiklenmiştir. Ortaya çıkan dışsal ve içsel  olaylar sorunlara neden olmuş, bu ise ekonominin küçülmesine toplumsal huzur ve refahın hep  gerilemesine yol açmıştır.

Bu krizlerden son ikisi; yeni binyılda yani 2000’li yıllarda gerçekleşti. Özellikle 2001 ekonomik krizi Türkiye ekonomik ve siyasi tarihine “Kara Çarşamba” olarak kaydedildi. Öyleki; 2001 krizinin Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi olması kadar, krizin ortaya çıkma gerekçesi de son derece önemliydi. Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sırasında dönemin Cumhurbaşkanı Sn. Ahmet Necdet Sezer’in anayasa kitapçığını Başbakan Sn. Bülent Ecevit’e fırlatmasıyla gelişen ve başlangıçta siyasi kriz özelliğindeki anlaşmazlık, dalga dalga ve hızla ekonomik kriz haline dönüşmüş ve bankacılık sistemini ve kamu maliyesini çökme noktasına getirmiştir. 2008 yılının sonlarında ise; etkileri bakımından 1929 Dünya Buhranıyla kıyaslanan  ve yine Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı olarak ortaya çıkan ekonomik kriz tüm dünya ekonomisini etkilemiştir. Bu kriz her ne kadar küresel ölçekte çok büyük ölçüde ülke ekonomilerinde çok önemli sıkıntılara ve çöküntülere yol açmışsa da, Türkiye 2001 krizinden sonra aldığı önlemler ve yapısal düzenlemelerin etkisiyle de, bu krizden çok daha az yara alarak çıkmıştır.

Tüm bu süreçlerde elde edilen olumsuz deneyimler ve önlemler; bir bakıma Türkiye’nin kendini yenilemesini, toplum refahını artırmaya yönelik olarak yeni rol ve  inisiyatifler geliştirmesi gerektiğini göstermiştir.

Vizyon 2023

Türkiye 2000’lerin başında ortaya koyduğu  Vizyon 2023 belgesi ile Cumhuriyetin yüzüncü yılında iddialı bir Türkiye, dünyada ilk 10’da yer alan bir ülke oluşturmayı hedeflemiştir. Bu yönüyle Vizyon 2023 Türkiye’nin orta vadeli bir değişim projesidir. Projenin ana teması; “Cumhuriyet’in yüzüncü yılında “muasır -medeniyet” seviyesine ulaşmak yönünde; bilim ve teknolojiye hakim, teknolojiyi bilinçli kullanan ve yeni teknolojiler üretebilen, teknolojik gelişmeleri toplumsal ve ekonomik faydaya dönüştürme yeteneği kazanmış bir “refah toplumu”nun ortaya çıkarılmasını sağlamaya yöneliktir.

Bu amaca yönelik olarak Türkiye’nin son üç beş yıldan beri, değişimi talep eden ve bu yönde biriken enerjinin gelişmeyi teşvik etmesi yönünde ciddi hazırlıklar ve girişimlerde bulunuyor ve inisiyatif geliştirmek yönünde önemli çalışmalarda  bulunuyor. Örneğin geçtiğimiz yılın son aylarında katıldığımız Beşinci İzmir İktisat Kongresinin çerçevesi  ve özellikle yine İzmir’de açıklanan Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planının içeriği, devletin Vizyon 2023 konusundaki iddiasını ve inancını görmek bakımından önemli olmuştur. Öyle ki;  bu hedef  etrafında tüm toplumun bir milli seferberlik anlayışı kapsamında buluşmasına ve birleşmesine yönelik Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül ve Başbakan Sn. Recep Tayyip Erdoğan yanında devletin diğer üst yöneticilerinin verdikleri mesajlar ve karar alıcıların tutumları hakikaten kayda değerdi, önemliydi. Kongre sırasında neredeyse tek ses halinde benzer vurgular kararlılık ifadeleriyle birleşerek sunuldu ve böylece devlet tarafından Vizyon 2023 belgesi üzerine odaklanıldığı ve devlet yöneticilerinin de bu konuda görüş ve anlayış birliği içinde olunduğu görülmüş oldu.

Türkiye’nin Gündemi

Sonuç olarak bugün, Türkiye’nin esas gündeminin toplumsal refah, ekonomik kalkınma, toplumsal barış ve demokrasi olması gerektiği rahatlıkla söylenebilir. Ne yazık ki;  anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla ortaya çıkan kaos, terör hareketleri benzeri olaylar ve farklı girişimler Türkiye’nin esas gündemiyle buluşmasını, esas gündemine odaklanmasını hep  geciktirmiştir.  Oysaki Türkiye’nin değişim için gerekli olan enerjiyi son yüzyıl içinde biriktirdiği ve müreffeh, gelişmiş bir Yeni Türkiye’yi  inşa etmek yönünde yola çıktığı görülmektedir.

Ancak başarı; sadece kamuda değişimi talep edenlerin öne çıkması ve kararlılığıyla değil, aynı zamanda ulusal çıkarları koruyacak ve geliştirecek  bir anlayışla toplumun bütününün bir milli seferberlik anlayışıyla sürece destek vermesiyle mümkün olacaktır.

Previous articleMenderes Türel tüm müzikli eğlenceleri iptal etti
Next articleEvren Büfe ve diğerleri