“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,
…
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.”
Konu Çanakkale olunca merhum üstat, cihad neferi Mehmet Akif Ersoy’umuzun dörtlüklerinden ilham almadan başlamak zor geldi bana;
Bugün olduğu gibi öldürmek hırsı o günde bir ur gibi sarmıştı düşmanın bütün hücrelerini. Büyüdükçe büyüyordu içlerindeki Müslüman düşmanlığı… Tıpkı ataları gibi, Birleşik Filo da bu düşmanlıkla besliyordu ruhunu.
Seddülbahir Kalesi’nin duvarlarında sabah ezanı yankılanıyordu. Dördüncü Mehmet’ten beri kim bilir kaç kez yankılanmıştı bu ilâhî seda bu duvarlarda. Güneşin taze ışıkları Birleşik Filo’nun çelik namlularında yansıdı ve ölüm, giden geceden kurtulmuşçasına yürüdü seksen altı vatan evlâdının üzerine. Alınları secdedeydi. Yürekleri Hakk ile beraber… Yıllardır tükenmeyen kin, Çanakkale Boğazı’nı seçmişti hedef olarak… Harp kopmuş gelmişti işte.
Bilmiyorlardı doğan güneşin Anadolu’nun umudu olduğunu… Bilmiyorlardı giden karanlık gecenin kendi ruhları olduğunu…
Anadolu çoktan vermişti kararını… Gök çökmedikçe inmeyecekti hilâl yere. Vatan sahipsiz kalmayacak namus pâyimâl olmayacaktı. Birleşik Filo’nun canavarları bilmiyorlardı Ahmetlerin Mehmetlerin ellerine kınalar yakılarak gönderildiğini peygamber ocağına. Anaların bağrındaki yangını şahadetin söndürdüğünü bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı göz koydukları toprakların kendilerine mezar olacağını.
Analar kararını vermişti. Vatanın dört bir yanından Gelibolu’ya koşan şahadete susamış kahramanların ayak sesleri ve semâda yankılanan Allah Allah nidâları kanla yazılacak bir destanın ilk mısralarını işlemeye başlamıştı bile. Benzeri görülmemiş bir saldırı ve karşısında etten bir duvar… Torunlarına ithaf edecekleri bir destanı yazıyordu şimdi cihangir ruhlu yiğitler. Hepsinin yüreğinde tek bir duygu vardı: Din, vatan ve bayrak düşman postalları altında kalmasın da varsın aksın kanımız bu topraklara…
Dile kolay, yüz otuz gündür süren amansız bir çarpışma. Yedi düvel şaşkın… Bilmedikleri topraklarda bir mânâ veremedikleri savaşın içerisine giren düşman askerleri moralsiz… Umutlar her geçen an biraz daha tükeniyor. İşgal güçlerinin her bir neferinin aklını karıştıran, içini kemiren, fakat bir türlü dile getirilemeyen hezeyan bulutları, dev donanma gemilerinin ufuklarını da sarmıştı. Sorular hep aynıydı. Hani bu güç karşısında hiçbir kuvvet tutunamazdı, hani dünyanın en büyük ve en kudretli filosu işini birkaç günde hallederdi? Neden bitmiyordu bu savaş? Karşı tepelerden durmaksızın üzerlerine yağan ve kendilerine adım attırmayan bu güllelerin ardı arkası neden kesilmiyordu, bu milletin kaç askeri vardı? Ve dilden dile dolaşan, rüzgârdan daha hızlı, yıldırımlardan daha keskin denilen şu beyaz üniformalı askerler de neyin nesiydi? Kimlere karşı savaşıyorlardı. Gelibolu’da akşam oluyordu. Kül rengi bulutların arkasına saklanıp yüzünü zaten pek göstermeyen güneşin gurub etmesiyle çöken karanlık, Osmanlı topçusuna dinlenme ve ertesi güne hazırlanma imkânı veriyordu. Seyrek duyulan patlama sesleri dışında Morto Koyu’na tam bir sessizlik hâkimdi şimdi. Nöbetçilerin sayısı artırılmış kalan askerlere de istirahat emri verilmişti.
Fakat vatan acı çekerken uyumak ne mümkündü. Askerlerin birçoğu Kur’an okuyor, diğerleri de onları dinliyor, zafer için Sonsuz Kudret Sahibi’nden el açıp yardım diliyorlardı.
Görevli olduğu Rumeli Mecidiye Bataryası’nın üç numaralı topunun çelik gövdesine sırtını dayayıp gözlerini usulca kapayan Balıkesir Havranlı Topçu Er Koca Seyyid’in kulağında az ileride okunan Kelâmullah, gözlerinin önünde ise, sabahın ilk saatlerinde düşman gemilerinden yağan güllelerle şahadet şerbeti içen arkadaşları vardı. Her biri, tek tek gözünün önünden geçerken hemşehrisi Sabri Çavuş’un Davûdî sesinden yayılan âyete dikkat kesildi, âyet bittiğinde bütün benliğiyle ‘amin’ dedi. Son okunan âyet bir tebessüm bırakmıştı Koca Seyyid’in yüzünde. Okunan; Nisa Sûresi’nin; “O halde, dünya hayatına değil, âhirete tâlip ve müşteri olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşa girer de şehit olur veya gâlip gelir gâzi olursa, her iki halde de Biz ona yarın pek büyük mükâfat vereceğiz.” Müjdesin i veren ayet onlara yetiyordu
Pehlivan gibiydi Seyyid. Arkadaşları ona bu yüzden ‘Koca Seyyid’ derlerdi. Memleketini görmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu. Düşman nereye saldırırsa, Koca Seyyid ve arkadaşlarını buluyordu karşısında. Bu cepheye geldiğinde bayramın ikinci günüydü. Bayram sevincini yaşayamamıştı. Çünkü, bütün millet gibi o da bayram sevincinin ne zaman yaşanacağını çok iyi biliyordu.
Düşmanı kovmadan zulmü durdurmadan gülmeyi ve sevinmeyi haram kılmışlardı kendilerine. Vatanın bayramı, Seyyid’in bayramı olacaktı. Derken çocukluğu geldi aklına. Hep iyi bir asker, büyük bir komutan olmak istemişti. Çünkü doğduğunda babası kulağına Seyyid diye fısıldamıştı. Seyyid, lider demekti, önder demekti. Ardından gelen serdengeçtilerle beraber düğüne gider gibi savaşa gidebilmekti onun çocukluk hayalleri. Bir de Peygamber soyundan gelenlere deniyordu Seyyid. Öyle olmayı ne kadar çok isterdi. Zira meftûndu Koca Seyyid hem Efendisine, hem de onun Ehl-i Beyt’ine. Hazreti Ali (ra) Hayber’de savaşın kızıştığı bir hengamede elinden kalkanı düştüğünde kalenin kapısını asılmış ve onu yerinden sökerek kalkan gibi kullanmıştı. Kapıyı bıraktığında da yedi kişi kaldıramamıştı. Bu yüzden Hazreti Ali’ye (ra) ayrı bir hayranlığı vardı. Bu düşüncelerle kapadı gözlerini Koca Seyyid. Kim bilir belki o gece rüyasında yedi kişinin kaldıramadığı kapıyı yerinden sökerken Hazreti Ali’yi gördü.
İçine işleyen bir sesle açtı gözlerini Koca Seyyid. Şafakla beraber Saba makamında bir ezan yayılıyordu Morto Koyu’na.
Namazdan sonra hummalı bir hazırlık başladı Türk karargâhında. Artık işgal donanmasının beli kırılmalı, bu vatanın mahşere kadar İslâm yurdu olarak kalacağı, onlara anladıkları dille anlatılmalıydı. Koca Seyyid’in yıllar önce hafızasına aldığı bir söz, imandan gelen hürriyetin, zillete düşmemeyi emrettiğini söylüyordu. Müslüman zillet içinde yaşayamazdı. “İnandık, iman ettik.” dedikleri yüce dinin özünde vardı hürriyet. Yeni yetmelik yıllarında, köyünde katıldığı bir sohbet meclisinde öyle dememiş miydi rahle-i tedrisine diz çöktüğü hocası: “Hürriyet, Cenab-ı Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir ihsanı, imanın da bir hassasıdır.”
O sabah, her biri “Bismillah!” denilerek haznelere yerleştirilmiş güllelerin ağır bombardımanıyla sarsıldı düşman gemileri. Birleşik Donanma’nın da vakit kaybetmeksizin başlattığı karşı saldırıyla Çanakkale Boğazı, tarihin en kanlı günlerinden birisine daha tanıklık etmeye başlamıştı.
Denizler ötesinden Boğaz’a gelmiş olan dev filo, ölümüne korunan bu geçidi aşarsa, çok geçmeden Osmanlı’nın payitahtı da düşecek ve vatan topraklarının işgalinin yolu açılacaktı. Osmanlı topçusu bunun farkındaydı. Ve bu şuurla da her mermiyi Allah’ın adıyla gönderiyorlardı düşman üzerine.
Savaşın yoğun olarak yaşandığı bir anda kendi mevzilerine doğru gelmekte olan bir karaltı gördü Seyyid. Kalb atışları hızlandı kendi bataryasına verilen kesin emri düşündü ve ürperdi, ‘Allah’ım sen vatanımızı ve milletimizi koru’ diye dua etti. Düşman gemisinden bataryalara doğru yollanan dev gülle iyice yaklaşmıştı. Son anda toparlandı ve ‘Herkes siper alsın!’ diye, canhıraş bir feryat kopardı. Havada ıslık çalarak gelen top mermisi Mecidiye Bataryası’nda görevli askerlerin girdiği siperlerin tam ortasına düştü. Müthiş bir patlamayla sarsıldı ayaklarının altındaki toprak. Şarapnel parçaları havada uçuyor, patlamayla oluşan mantar görünümlü toz ve alev bulutu, gözleri göremez hale getiriyordu. Seyyid yattığı siperden sendeleyerek kalktı. Adım atmaya çalışırken birden yere yığıldı. Sol ayağı yok gibiydi. Kalkmak için tekrar davrandı. Bu arada gözü yerde duran top namlularını temizlemek için kullandıkları harbi demirine takıldı. Vücudunu birkaç metre sürükleyerek demir çubuğu yerden aldı. Elindeki çubuğa dayanarak daha kolay yürüyebiliyordu.
Toz bulutunun içerisinde arkadaşlarını arıyor; fakat kimseyi bulamıyordu. Her şey kesif duman ortadan kalkmaya başlayınca anlaşıldı. Arkadaşlarının hepsi şehit olmuştu. Seyyid olduğu yere yığıldı kaldı. Allah’ım bu nasıl bir acıydı. Ne yapacağını bilemiyordu. Bataryada, dev gülle düştüğü anda sığınakta telefonla konuşmakta olan Yüzbaşı Hilmi Bey ile Niğdeli Ali’den başka sağ kalan olmamıştı. Gözpınarlarında biriken hüzün tomurcukları, “Allah’tan geldik ve dönüş yine Ona’dır.” lâfz-ı celilesini tekrarlaya tekrarlaya toprağa düşerken, Seyyid’in gözleri Boğaz’a kaydı. Gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Evet yanlış görmüyordu. Topların susmasından istifade eden büyük bir gemi Boğaz’ı geçmek üzere tam hızla yol alıyordu. Boğaz’ın serin sularını yararak ilerleyen bu gemi, İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden ve medâr-ı iftiharlarından olan Ocean’dan başkası değildi.
Eğer bu gemi düşünüleni yapabilirse, Çanakkale geçilebilir bir boğaz haline gelecek, düşmanın mâneviyatı artacaktı. Bunun bedeli çok ağır olurdu. Acilen bir şeyler yapmalıydı. Yalnızca üç kişiydiler ve ellerinde bir tek top kalmıştı. O topun da mermiyi kaldırmaya yarayan vinci parçalanmıştı. Yüzbaşı Hilmi Bey yardım getirmek için rüzgâr gibi uçtu tepelerin ardına doğru. Fakat zamanı daralmıştı. Düşman gemisi hiçbir mukavemetle karşılaşmadan ilerliyordu Marmara’ya doğru. Koca Seyyid’in zihninde şimşekler çaktı, gözleri parladı. Allah’ın kendi yolunda cihat edenlere sonsuz yardım edeceğine ve büyük ecir vereceğine imanı tamdı. İçinden gelen bir güçle gayr-i ihtiyari mermilere doğru ilerledi.
Mermilerin yanına geldiğinde “Allah’ım bana güç ver!” diye içten dua ederek eğildi mermiyi kaldırmak için. Mermi tam 276 kiloydu. Yüksek sesle tekrarladığı ‘Allahu ekber’ sesleri eşliğinde ve yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali’nin şaşkın bakışları arasında altından kavradı, kendisinden neredeyse dört misli daha ağır olan gülleyi. ‘Bismillah’ diyerek kaldırdığı mermiyi büyük bir dikkatle hazneye yerleştirdi ve İngilizlerin kibir âbidesine doğru ateşledi. Ardından bir mermi daha ve nihayet üçüncüsü… tam kalbinden vurmuştu hedefini. Ağır bir yara almıştı dev gemi. Allahu ekber sesleri yankılanıyordu semâdan. Seyyid dizlerin üzerinde oturup hamdetti Rabb’ine ve ardından secdeye kapandı. Ağlıyordu şimdi, yüreği dağlardan daha büyük şanlı asker.
Aldığı ölümcül yaralarla batmaya başlayan zırhlı, denizde oluşturduğu türbülânsla işgal devletlerinin hayallerini de götürüyordu Boğaz’ın derinliklerine.
O gün Çanakkale’de bir tarih yazıldı. Daha önce Malazgirt’te, Kosova’da, İstanbul önlerinde ve Preveze’de olduğu gibi… Zamanlar faklıydı, savaşlar farklıydı, kahramanlar farklıydı; fakat bütün bu zaferlere imza atanlar hep aynı maneviyat ve aynı ruhu taşıyan toplumlardı.
Rabbim ecdada nasip ettiği zaferin kadrini bilen o ruhu taşıyan KUDÜS ün fethinde buluşan ya da bu uğurda şehit olanlardan eylesin cümlemizi Baki selam dua ile…